Pages

3 Aralık 2010 Cuma



Allah'ın Muhit İsmi

Muhit kuşatan anlamına gelir. Allah'ın bir ismi de Muhittir.

Ayetlerde Allah'ın Muhit ismi şöyle geçer:

...Dikkatli olun; gerçekten O, herşeyi sarıp-kuşatandır. (Fussilet Suresi, 54)

Onlar, insanlardan gizlerler de Allah’tan gizlemezler. Oysa O, kendileri, sözden (plan olarak) hoşnut olmayacağı şeyi ‘geceleri düzenleyip kurarlarken’ onlarla beraberdir. Allah, yaptıklarını kuşatandır’. (Nisa Suresi, 108)

...Şüphesiz, Allah, yapmakta olduklarını kuşatandır. (Al-i İmran Suresi, 120)

Doğu da Allah’ındır, batı da. Her nereye dönerseniz Allah’ın yüzü (kıblesi) orasıdır. Şüphesiz ki Allah, kuşatandır, bilendir. (Bakara Suresi, 115)

Ayetlerde açıkça insana en yakın olanın Allah olduğu açıklanıyor. Başka bir ayette de:

Hele can boğaza gelip dayandığında, ki o
sırada siz (sadece) bakıp-durursunuz, Biz ona sizden daha yakınız; ancak görmezsiniz. (Vakıa Suresi, 83-85) denilerek bu gerçeğe işaret edilmiştir.

Dolayısıyla Allah insanı yaptığı fiillerle birlikte her yönden kuşattığını ve kendisinin de her yerde olduğunu bildirmiştir.

21 Kasım 2010 Pazar


"Andolsun, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona ŞAH DAMARINDAN daha yakınız" (Kaf Suresi, 16)

Maddenin mutlak varlık olduğunu sanan insanlar kendilerine en yakın olanın yine kendi bedenleri olduğunu zannetmektedirler. Örneğin bu insan kendi varlığını "beyni" olarak algılıyorsa, ona şah damarından daha yakın bir varlık olabileceğine ihtimal vermez. Oysa maddenin mutlak olmadığını, herşeyin zihninde yaşadığı kopyalar olduğunu kavradığında, artık dışarısı, içerisi, uzak, yakın gibi kavramların bir anlamı kalmamıştır. Şah damarı da, beyni, eli, ayağı da, kendi dışında zannettiği evi, arabası ve hatta çok uzakta sandığı Güneş, Ay, yıldızlar da tek bir satıhtadır. Allah kendisini çepeçevre kuşatmıştır ve ona "sonsuz yakın"dır. 

Tek mutlak varlık olan Allah, elbette ki bir hayal olarak yarattığı insanı her yönüyle bilmektedir. Bu, Allah için çok kolaydır. Fakat kimi insanlar cehaletleri nedeniyle, bunu anlamakta zorlanırlar. Oysa "dış dünya" sandığımız algıları seyrederken, yani hayatımızı sürdürürken, bize en yakın olan varlığın, herhangi bir algı değil, Allah'ın Kendisi olduğu apaçık bir gerçektir. Kuran'da yer alan, "Andolsun, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız" (Kaf Suresi, 16) ayetinin sırrı da işte bu gerçekte gizlidir.

31 Ekim 2010 Pazar


Bediüzzaman Said Nursi
Ocak-Mart 1878 - 23 Mart 1960

Bitlis'in Hizan ilçesine bağlı Nurs köyünde doğan Said Nursi Hazretleri hicri 13. asrın müceddiddir. Küçük yaşlarında üstünlüğü fark edildiğinden kendisine zamanın mükemmeli anlamında Bediüzzaman ismi takılmıştır. Hayatının 30 küsür yılını hapislerde ve sürgünlerde geçiren bu büyük dava insanı 23 Mart 1960'da Şanlıurfa’da vefat edene kadar İslam'a hizmet etmiştir.

Bediüzzaman yazılarımızın devamı gelecektir. Şimdi Maddenin Gerçeği konusu hakkındaki sözlerinden alıntı yapalım:

Birinci sır: Vücub (olmaması imkânsız olma) ve tecerrüdün (anlamayı engelleyen herşeyden uzaklaşmanın) hadsiz kolaylığa ve nihayetsiz suhulete (sonsuz Kolaylığa) sebebiyet vermeleri, gayet derin bir sırdır. Onu bir temsil ile fehme takrib edeceğiz. Şöyle ki:

Vücut mertebeleri muhteliftir. Ve vücut âlemleri ayrı ayrıdır. Ayrı ayrı oldukları için, vücutta rüsuhu (ilim ve fennin derinliğine hakimiyeti) bulunan bir tabaka-i vücudun bir zerresi, o tabakadan daha hafif bir tabaka-i vücudun bir dağı kadardır ve o dağı istiab eder (içine alır). Meselâ, âlem-i şehadetten (gözle görülen âlemden, yani bu dünyadan) olan kafadaki hardal kadar kuvve-i
hafıza, âlem-i mânâdan bir kütüphane kadar vücudu içine alır. Ve âlem-i haricîden (maddi alemden) olan tırnak kadar bir âyine-i vücudun (vücut aynasının -örneğin beyindeki görme merkezinin-) âlem-i misal tabakasından koca bir şehri içine alır. Ve o âlem-i haricîden (maddi alemden) olan o ayna ve o hafızanın şuurları ve kuvve-i icadiyeleri olsaydı (yoktan varedebilme güçleri olsaydı), bir zerrecik vücud-u haricîleri kuvvetiyle, o vücud-u mânevîde ve misalîde hadsiz tasarrufat ve tahavvülât (idare edip, değişiklikler) yapabilirlerdi. Demek, vücut rüsuh (ilim ve fennin derinliğine hakimiyeti) peydâ ettikçe (edindikçe), kuvvet ziyadeleşir (artar); az bir şey, çok hükmüne geçer. Hususan (özellikle) vücut rüsuh-u (ilim ve fennin derinliğine hakimiyeti) tam kazandıktan sonra,
maddeden mücerred (bağımsız) ise, kayıt altına girmezse, o vakit cüz'î bir cilvesi (ufak bir yansıması, tecellisi), sair (diğer, geri kalan) hafif tabakat-ı vücudun çok âlemlerini çevirebilir.


İşte, "En yüce sıfatlar Allah'ındır. (Nahl suresi. 60.)" , şu kâinatın Sâni-i Zülcelâli (sonsuz büyüklük sahibi ve herşeyi sanatla yaratan Allah), Vâcibü'l-Vücuddur (varlığı zarurî ve şart olan ve yokluğu düşünülemeyendir). Yani, Onun vücudu zâtîdir (kendisine aittir), ezelîdir, ebedîdir, ademi mümtenidir (yokluğu imkansızdır), zevâli muhâldir (yok olması imkansız) ve tabakat-ı vücudun en râsihi (vücut tabakalarının en sağlamı, bilgisi en geniş olanı), en esaslısı, en kuvvetlisi, en mükemmelidir. Sair tabakat-ı vücut (yaratılan varlıların tabaka ve dereceleri), Onun vücuduna nispeten gayet zayıf bir gölge hükmündedir.
Ve o derece Vücud-u Vâcib (varlığı şart), râsih (sağlam) ve hakikatli; ve vücud-u mümkünat o derece hafif ve zayıftır ki, Muhyiddin-i Arabî gibi çok ehl-i tahkik (hakîkatları delilleriyle bilen âlimler), sair tabakat-ı vücudu (yaratılan varlıların tabaka ve dereceleri) evham (olmayan birşeyi var zannetmek ) ve hayal derecesine indirmişler:
"Ondan başka hiçbir varlık yoktur"
demişler. Yani, "Vâcibü'l-Vücuda nispeten başka şeylere vücut denilmemeli; onlar vücut ünvanına lâyık değillerdir" diye hükmetmişler.


İşte, Vâcibü'l-Vücudun (varlığı zarurî ve şart olan ve yokluğu düşünülemeyenin) hem vâcib (zorunlu), hem zâtî (valığı kendisine ait) olan kudretine karşı, mevcudatın (yaratılmış varlıkların) hem hâdis (yeni), hem ârızî (sonradan varolan) vücutları ve mümkünâtın
hem kararsız, hem kuvvetsiz sübutları, elbette nihayet derecede kolay ve hafif gelir. Bütün ruhları haşr-i âzamda ihyâ edip (büyük diriliş gününde diriltip) muhakeme etmek, bir baharda, belki bir bahçede, belki bir ağaçta haşir ve neşrettiği (yaratıp yaydığı) yaprak ve çiçek ve meyveler kadar kolaydır.


Mektubat, Yirminci Mektup, 241. sayfa

5 Ekim 2010 Salı


İbn-i Sina
Ağustos 980 - 21 Haziran 1037

İbn-i Sina geometri, mantık, fıkıh, sarf, nahif, doğabilim ve tıp üzerine çok önemli araştırmalar yapmıştır. El-Kanun fi't-Tıp (Tıpta Kanun) adlı eseri dört yüz yıl boyunca batıda ders kitabı olarak okutulmuş, Latinceye pek çok çevirileri yapılmıştır. Kitabü-ş-Şifa adlı kitabı on bir ciltten oluşur. Yine pek çok Latince çevirisi yapılmıştır ve yine yıllarca ders kitabı olarak okutulmuştur. Bu eserde Matematik, Aritmetik, Geometri, Astronomi, Fizik, Kimya, Mineroloji, Mantık, Musiki, Hitabet gibi birçok farklı bilim dalına ilişkin detaylı araştırmalar ve açıklamalar mevcuttur. Ayrıca Kitabü'l-Necat (Kutuluş Kitabı), Risale fi-İlmü'l-Ahlak (Ahlak Hakkında Risale) ve İşaret ve'l-Tembihat (Belirtiler) adlı eserleri vardır.

Tüm dünya tarafından büyük bir insan olduğu kabul edilen İbn-i Sİna Varolan herşeyin gölge varlıklar olduğunu şöyle anlatmıştır:

“Bütün yaratılmışların aslı yokluktur. Ve yokluktan var olmuşlardır. Özdeğin de tabiatı yokluk olduğundan, o ancak biçim nedeniyle vardır.
Biçimin yok oluşu da, özdek sebebiyledir. Özdek, çorak bir yer olduğundan, biçimler, orada sürekli kalamazlar. Çünkü söz ettiğimiz gibi, yokluk, özdeğin doğasıdır.”

26 Eylül 2010 Pazar


Muhyiddin İbn-i Arabi
1165 - 1239

İbn-i Arabi Endülüste doğmuştu. Daha sonra Medine üzerinden Bağdat ve Şama gitmişti. Hayatı boyunca sayısız eser yazdı. Bazıları bu sayının 500 ü bulduğunu söyler. Eserlerinden İbn-i Arabinin ilmi derinliği hemen anlaşılır. Kendisine bu yüzde Şeyh-i Ekber denmiştir. Yani En Büyük Şeyh. İbn-i Arabiyi anlamak için dünya çapında onlarca çalışma vardır.

Şeyh-i Ekber İbn-i Arabinin tek mutlak varlığın Allah olduğunu, tüm maddelerin ve zamanın his ve vehim mertebesinde (algı düzeyinde) yaratıldığını açıklayan pek çok sözü vardır. Özellikle Fusüs-ül Hikem ( Hikmetlerin Özü) adlı kitabında bu konuyu çok geniş anlatmıştır. Bu anlatımlardan iki örnek verelim:

" Biz diyoruz ki, bilmelisin ki, Hak'tan (Allah'tan) başka varlıklar, yahut alem adıyla anılan şey, Hak'ka nispetle bir şahsın gölgesi gibidir.
Böyle olunca masiva, yani Allah'tan başka olan varlıklar, Allah'ın gölgesidir...
Gölge şüphesiz histe mevcuttur."
( Fusus-ül Hikem, çev. Nuri Gençosman, İstanbul 1990, s. 117-18)

"Hazreti Muhammed Aleyhisselam 'insanlar uykudadır, öldükleri vakit uyanırlar" buyurmuştur. Demek ki, dünya hayatında gördüğü şeyler uyuyan kimsenin rüyasında gördüğü şeyler gibidir. Yani hayaldir."
( Fusus-ül Hikem, çev. Nuri Gençosman, İstanbul 1990, s. 220)

19 Eylül 2010 Pazar


İmam-ı Rabbani Müceddid-i Elf-i Sani
( 1563 - 1624)

İmam Rabbani Hindistan'ın Serhend bölgesinde doğdu. Hicri 10. asrın müceddidir. Hatta Peygamberimizden 1000 yıl sonra gelen müceddid olduğu için kendisine 'bin yılın müceddidi' denir.

İmam Rabbani Hazretleri Maddenin Gerçeği konusunda çok detaylı anlatımlar yapmıştır. Özellikle Mektubat adlı eserinin birçok yerinde konudan bahsetmiştir.

İmam Rabbani'nin Allah'ın herşeyi algı düzeyinde yarattığını anlatan yazılarından bazı alıntılar şöyledir:

“Allah, yarattığı varlıkların vücutlarını yokluktan başka bir şey yapmadı. Tüm bunları, his ve vehim (algı) derecesinde yarattı.
Alemin varlığı his ve vehim derecesinde olup, maddi derecede değildir. Gerçek manada dışarıda (dış dünyada) Yüce Zat'tan (Allah'tan) başkası yoktur. O mevhum daire, hayalde resmedilir. O resmedildiği mertebede de görülür. Ama hayal gözü ile. Fakat dışarıda baş gözü ile görüldüğü sanılır. Ne var ki durum öyle değildir.
Dışarıda onun ne ismi vardır ne de izi. Evet böyle bir durum yoktur ki orada görülsün. Aynaya yansıyan bir kişinin yüzü dahi, bu şekil üzeredir.
Zira onun dışarıda bir sabitliği yoktur. Elbette onun sabitliği ve görüntüsü: Her ikisi birden hayaldedir. En iyi bilen Sübhan Allah'tır."
(Mektubat-ı Rabbani, Cilt II, 470. Mektup, sf. 1432)

"Hariçte ve hakikatte, Allah-u Teala'dan başka, mevcud (var olan) yoktur. Allah-u Teala, kudreti ile, kendi isimlerinin ve sıfatlarının kemalatını mümkünat suretlerinin perdesinde göstermiş (varmış gibi görünen resimsel görüntrülerle göstermiş), yani eşyayı kendi kemalatına uygun olarak, his ve vehim mertebesinde, icad etmiş (yaratmış) , var etmiştir. Böylece, eşya, vehmde (sanalda) görünmekte, hayalde devam etmektedir. O halde eşya, hayalde göründüğü için, vehmdeki varlık ve hayaldeki devam da, hakiki varlık olmuştur."
(Mektubat-ı Rabbani, 44. mektup)

"Yukarıda şöyle bir cümle kullandım: 'Sübhan Hak'kın halki (Allah'ın yaratışı), his ve vehim mertebesindedir.' Bunun manası şu demeye gelir: 'Allah-u Teala, eşyayı öyle bir mertebede yaratmışki, o mertebede eşşya için his ve vehimden gayrı bir yerde sübut (sabitlik) ve husul (varlık) yoktur."
(Mektubat-ı Rabbani, 357. Mektup, s.163)

"Hariçte Yüce Hak'tan başka mevcut değildir... Belki de şanı büyük Allah'ın yaratması ile vehim mertebesinde sübut (sabitlik) bulmuştur.... Eğer onun bir sübutu (sabitliği) var ise, o dahi, yüce Allah'ın vehim mertebesindeki sanatı iledir. Hulasa, onun sabitliği ve görüntüsü tek mertebede olmaktadır.
Sübutu bir yerde, görüntüsü dahi ayrı bir yerde değildir..."
(Mektubat-ı Rabbani, 470.Mektup, çev. Abdulkadir Akçiçek, Çile yayynevi, 1983, s. 519

Onun vücud mazhariyetini ve tevabiini ise, ademden (yokluktan) başka birşey kabul etmedi. Çünkü vücudun (varlığın) mukabili ve mubayini (tersi), yalnız ademdir (yokluktur).

Mana üstte anlatıldığı gibi olunca, Sübhan Hak, kemal-i kudreti ile, adem (yokluk) aleminde isimlerden her bir isim için mazharlardan bir mazhar tayin etti. Ve onu, his ve vehim mertebesinde yarattı. Hem de dilediği vakitte ve istediği şekilde... Hariçte (dışarıda) dahi, yüce Vacib Zat'ın (Allah'ın) zat ve sıfatlarından başkası da sabit ve mevcud olmaya..."
((Mektubat-ı Rabbani, 470.Mektup, çev. Abdulkadir Akçiçek, Çile yayynevi, 1983, s. 517-18)